Okurlarıyla //
2014 deneme yarışması sonuçları BALIKESİR'DEN
Ödüllü Simit Çay Edebiyat Dergisi Deneme Yarışmasından
ÖZENDİRME ÖDÜLÜ KAZANDI
GÜLTEN AĞRITMIŞ – ESİNTİ
:)
http://simitcay.com/2014/04/23/i-deneme-yarismasi-sonuclari/
Yazar : Ensar KILIÇ | Tarih : 23 Nisan 2014
ONUR ÖDÜLLERİNİ KAZANANLAR
İlk üç yapıt (Yarışma öncesi duyurumuz gereği 1., 2. ve 3. gibi bir sıralama yapılmamıştır.)
ESMA AYBAKAN – YAZMAK VEREMDİR
BUSENUR TEZEL – CEHENNEM
UFUK ÇINAR – İNSANLAR DOĞADA ÜÇ HÂLDE BULUNUR
Ayrıca,
ÖZENDİRME ÖDÜLLERİ OLARAK
GÜLTEN AĞRITMIŞ – ESİNTİ
ENSAR ACEM – YORGUN GEÇEN GÜNÜN ARDINA VARMADAN
adlı denemeler ve yazarlarına Simit Çay Edebiyat Dergisi’nin 5. sayısı hediye edilmek üzere, özendirme belgesi verilecektir.
Dileyen kişiler 2 Mayıs’ta Balıkesir’de yapılacak olan şiir dinletimizin öncesinde ödüllerini alabilir. Gelemeyen arkadaşlarımız 28 Nisan’a kadar ensar@simitcay.com adresine gerçek adres bilgilerini göndermelidir. Ödülleri bu adreslere postalanacaktır.
Yarışma ile ilgili bazı bilgiler:
Toplam katılan deneme sayısı: 213
İkinci eleme turuna kalan deneme sayısı: 49
Küçük bir inceleme: Yarışmamıza gelen eserlerin birçoğu lise öğrencilerimizden gelmiştir. Bu gelecek için umut vadedici bir gelişmedir. Bir diğer konu ise anlatım bozuklukları, yazım yanlışları ve ifade kurulumları ile ilgilidir. Yarışmaya katılan eserlerin içerisinde -birkaç istisna hariç- bahsi geçen konularda “tam olarak olgunlaşmış” bir eser yoktur. Özellikle lise düzeyindeki öğrencilerimizden gelen eserlerde “ya da” bağlacının ve bağlaç olan +de’nin yazılışında çokça hata yapıldığı görülmektedir. Bizim değerlendirmemizde ise bu unsurlar önemli olmakla birlikte, değerlendirme anlamsal bağlam ve özgünlük üzerine kurulmuştur.
YAZMAK VEREMDİR
Yazmak bir verem aslında. Yaradanın bazı insanlara bahşettiği doğuştan bir hastalık. Bir hastalık ne denli yararlı olabilirse o kadar yararlı işte. Önce okuyup, yaşayıp dolmaya başlarız irini. Hastalık tam nüksettiğinde; ilham ateşimiz yükselir, cümle öksürükleri tutar ve üç nokta akıntıları başlar… Ve titrek ellerimiz mantık reçetemizde yazan kalem haplarını, bir bardak sayfa ile birlikte, yazmaya aç karınlı ruhumuzla alır.
Bu işin doktoru olan yazarlar taifesi sağlıklı olduğumuzu iddia eder sürekli. Bizi mutlu etmek, bir umut aşılamak adına bize hastalığı sevdirmeye çalışır. Ama elbette ki asla asıl gerçeği itiraf edemezler yüzümüze. Hiç kurtulamayacağımız gerçeğini….
İlk bakışta, içinde bulunduğumuz toplumun bir parçası, hasta olmayanları tanımlayan “normal” insanlardanmış gibi görünürüz. Ama öyle bir zaman gelir ki, öksürük nöbetleri artık bu toplu ortamlarda da nüksetmeye başlar. Sürekli yanımızda taşıdığımız o beyaz kağıt mendiller yine üç noktalara bulanmaya başlar. Hıçkırdıkça içimizde ne kadar kin ve nefret doğmuşsa akmaya başlar âdeta… Sonra da ulu orta kusmaya başlarız. Neden normal insanlar kadar basit düşünemeyişimizi yargılar ve içimizde biriktirdiğimiz tüm isyanı kusarız karşımızdakilerin yüzlerine… Lanetler ederiz hastalığımıza ve lanetli olanın kendimiz oluşunu fark eder yine beyin labiretlerine inzivaya çekiliriz. Mutluluk olmaz edebiyatımızda. Mutlu bir hastalık yoktur çünkü dünyada!
Hastalığın ileri safhalarında artık kendimizi çevreden gelen eleştiri enfeksiyonlarından korumak adına güven maskesiyle dolaşmak zorundayızdır. Evet, artık tam anlamıyla normaller içinde bir “anormal”i teşkil ediyoruzdur. Kan tükürme aşaması da gelir akabinde ki “en fecisi”… Bir zamanlar damarlarımızda mutluluğu taşıyan ve bize can katan o aşk kanı, bu kez ayrılık olup oluk oluk gelir boğazımızdan… İnsanlar, bulaşmasından korkup kaçmaya başlar. Bu depresyon hallerinin kendilerine de bulaşmasından korkup saçma bir şekilde uzaklaşırlar yanımızdan. Farkında olmadıkları en büyük gerçekse, hastalığımız her ne kadar bulaşmayacak olsa da kendi ruhlarının da bu hastalığa aşısız olmasıdır. İşte burada biraz şanslı sayılırız(!) Onlar ilk ayrılık kanını temiz hayat mendillerinde gördüklerinde öleceklerini sanıp korkudan ağlamaya başlayacaklardır. Hıçkıra hıçkıra gidenlerin arkasından ağlayacaklar… Neye uğradıklarına şaşıracaklar… Bu noktada da bu işin en komik yanı ne biliyor musunuz? En büyük ironisi?.. İşte o zaman da koşa koşa dermanını isteyecekleri ilk kişiler biz olacağız. Damdan düşeni, yine damdan düşenin anlayacağı gerçeğine sarılacaklar ve bir zamanlar o koşar adım uzaklaştıkları ayaklarıyla, şimdi koşar adım yaklaşacaklar bize! Unuttukları tek gerçekse, hastalığın başlangıcına düşmüşken onlar, bizim son safhada olduğumuz olacak. Ego safhası…
Geç kalınmış bir tebessümün yarattığı o nefret virüsü her organımıza, beynimizin her noktasına öyle bir bulaşmış olacak ki, kendimiz artık birer virüs olacağız başlı başına. Etki alanı, yalnızca bir tebessümü esirgeyen o insanlar olan! Onlar dizlerimize kapanıp ağlarken, çehremizde beliren o adi gülüşle gökyüzüne bakıyor olacağız. Yukarıdakine göz kırpıp ilham Azraillerimizi bekleyeceğiz… Tâ ki tüm yazdıklarımızı ellerimizle ateşten topraklara gömene kadar…
CEHENNEM
Yüksek perdeden acı kahkahaların ve sesli hıçkırıkların birbirine karıştığı kocaman, karanlık bir oda. Çığlıklar her yerde, çığlıklar tırmalıyor kulakları. Desibel yüksek; fakat sağır birinin zihni kadar sessiz şu an hayat. Haykırışları aralıksız yansıtan duvarların tamamına öfke bulaşmış. Her taraf ölümün kızıl korkusu gibi kokuyor. Buram buram acı gözüküyor her yerden. Burada kimse mutlu değil. Herkes yalnız, herkes duygusuz. Hissetmeye muhtaç bedenler sarmış dört bir yanı. Nefes bile alamayacakları kadar kalabalık burası.
Sonra gözlerini açıp bir bakmışlar; hiç kimse yok.
Kocaman, karanlık bir oda ve tüm sâkinleri baş başa ruhlarıyla. Yalnızlıklarını dibine kadar emmiş kadifemsi karanlık. Gökyüzünden mahrum edilerek cezalandırılan zavallılar, en ufak ışığı bile yıldız zannedip umutlanıyorlar. Koşuyorlar geniş, uzun koridorlarda; vardıkları yer hep başlangıç. Umutsuzlukları öldürürken tüm yaşama sebeplerini, bir yandan da Cehennem yiyip bitiriyor ruhlarının tüm rengini. Renklerini bile kaybetmişler, ruhları bile terk etmiş onları. Birbirleriyle baş başa olduklarını zannediyorlar, lakin görebildikleri tek şey belirsiz koyu karanlık. Gözyaşları ıslatıyor yanaklarını ve siliyorlar onları kendilerine acıyarak. İhtiyaçları olan tek şey ufak bir güven belki de ama bir bakıyorlar ki yer ayaklarının altından kaymış; boşluğa düşüyorlar.
…Ve devasa, karanlık bir oda burası. İçine dünyalar sığdırmış. Nice yaşamlar başlamış ve yok olmuş saten kadar siyah ve parlak gökyüzünde. Nefretini tüm insanlığın üzerine kusarken Cehennem, kaçışmaktan başka hiçbir şey yapamamış zavallı boş bedenler. Nefesleri korkunun griliğinde yok olurken sadece seyretmişler ruhlarının aç kurtlara yem olmasını. Sadece seyretmişler benliklerinin parçalanıp rüzgârla savrulmasını. İntikamını alırken çığlık atan duvarlar, kendilerini köşelerden uzaklaştırmaları hiçbir işe yaramamış. Mütemadiyen çarpıyorlar en büyük korkularını barındıran duvarlara. Ölüm de hayat kadar sonsuz burada. Ölüyorlar ölüler. Ölüyorlar, tam hayata geri döndükleri anda tekrar ölüyorlar.
Durmalarını söylüyor Cehennem onlara gülümseyerek.
Şeytan kahkahalarla fısıldarken bedenlerine pes etmelerini, yapabilecekleri en mantıklı şey gözlerini kapatıp inzivaya çekilmek. Ruhları bile karşılarına geçip gülerken suratlarına, kafalarını yere eğemeyecek kadar gururlular hâlâ. Yıldızları göremeyecek kadar kör olmuş gözleri ile ağlayan zavallı insanlar, yardım bile bekleyemeyecek kadar çaresizler artık.
Umutsuzluk dolu yağmur üzerilerine yağmak için fırsat kollarken, bir yaprak düşüyor o an cehenneme. Evrendeki en kırmızı yaprak yakıp yıkıyor her yeri. Ateş yanmaya başlıyor. Şeytan doğruluyor koltuğundan, oyun artık başladığı için çocuklar kadar mutlu.
Kafasını kaldırıyor Şeytan ve teşekkür ediyor Tanrı’ya; yuvasını bir kez daha sıcacık çığlıklara doldurduğu için.
İNSANLAR DOĞADA ÜÇ HÂLDE BULUNUR
Bugüne kadar içinde yaşadığımız toplumu az ya da çok tanıyorsunuzdur. Eğer tanımıyorsanız tavsiyem çıkıp tanımaya çalışmanızdır. Çünkü o toplumu tanımaya çalışmanız size insanlar hakkında birtakım bilgiler sunacaktır. Bu gözlemlerden birisi maddelerin doğada üç hâlde bulunması gibi insanların da hayatta üç hâlde bulunmalarıdır. Peki insanlar doğada nasıl üç hâlde bulunur? Sizi yormadan hemen açıklamak istiyorum bunu.
İnsanlarda aynı maddenin üç hâli gibi doğada katı, sıvı ve gaz hâllerinde bulunur. İnsanlar bu üç hâlin üçünde de oldukça farklı kişiliklere bürünürler. Sırasıyla inceleyecek olursak insanların katı hâllerinden başlayabiliriz.
Katı hâlde bulunan insanları -genellikle- sevgililerin fazlaca bulundukları parklarda, kafeteryalarda ya da yaş sınırını biraz daha yükseltecek olursak kahvehanelerde bulabilirsiniz. Kahvehanede takımının derbi maçını izleyen taraftarlar katı hâldedir. Tam bu anda onlara yaklaşmamalısınız. Çünkü oldukça sert bir durumdadırlar ve hem sizi hem de herhangi bir eşyayı kırmak için can atmaktadırlar. Bu yüzden insanların katı hallerinde onlardan uzak durmalısınız. Ayrıca belirtmek isterim ki, bu onların suçu değildir. Çünkü katı hâlde olan bir kişi günler içinde çevre koşullarının etkisiyle sıvı hâle geçebilir.
Sıvı hâle geçen insanları nerede bulabileceğinizi az çok tahmin edebiliyorsunuzdur, yalnız kaldıkları ortamlarda ve samimi buldukları kişilerin yanlarında. Özellikle yalnız kalan insanların sıvı hâle geçmelerindeki en büyük etmen biraz müzik dinleme biraz da streslerini atma isteğidir. Sıvı hâle geçen insan kendisini müziğin ritmine kaptırarak tüm kurtlarını dökerek rahatlamaktadır. Arkadaş ortamlarında ise bu durum biraz farklıdır. Genellikle güzel sohbetler sonrasında sıvı hâlde bulunan insanlar aşırıya kaçıp buharlaşabilir. Dolayısı ile üzerinde kapağı bulunmayan tencerelerdeki maddeler gibi buharlaşan kişiler ortamdan ayrılır ve pek sevilmezler.
Katı ve sıvı hâlindeki samimi hâllerimizi bir kenara bırakacak olursak benim en çok dikkatimi çeken hâle yani insanların gaz hâline geçebiliriz.
İnsanların gaz hâline geçmelerindeki en büyük etmen yalnızlıktır. Ortam nasıl olursa olsun eğer bir yakınınız, arkadaşınız yok ise siz gaz hâline geçmeye hazırsınız ya da çoktan geçmişsinizdir. İnsanlar gaz hâllerinde hayaletler gibi sessiz ve görünmez olurlar. Çünkü etraflarında onları bu hâlden çıkaracak bir etmen yoktur. Gaz hâlinde fazla süre kalan insanlar genellikle yalnızlığa mahkum olduklarını düşünürler. Yani gaz hâlinde ki insanların o hâlden çıkmaları için onlarla sohbet etmemiz yeterli olacaktır. Zaten kendileri bir süre sonra yoğuşmaya uğrayıp sıvı hâle geçeceklerdir.
Demem şudur ki katı hâldeki insanlar çabuk kırar, kırılır. Dozunu ayarlayabilen sıvı hâldeki insanlar ise tam kıvamındadır. Gaz hâlindeki insanlar ise eğer kendilerini bu hâlden çıkartamazlarsa hayalet gibi görünmekten ziyade hayalet olup giderler.
Kategori : GENEL Etiketler: 2014 deneme yarışması sonuçları, simit çay
« Ah Nerede ? Kelimelerin Gücü » You can skip to the end and leave a response. Pinging is currently not allowed.
2014 deneme yarışması sonuçları BALIKESİR'DEN
Ödüllü Simit Çay Edebiyat Dergisi Deneme Yarışmasından
ÖZENDİRME ÖDÜLÜ KAZANDI
GÜLTEN AĞRITMIŞ – ESİNTİ
:)
http://simitcay.com/2014/04/23/i-deneme-yarismasi-sonuclari/
Esinti
Yürüyorum
sokaklarda, elimde kağıtlarım; hava yağmurlu, puslu ve kararmış. Cadde sakin...
Yağmur taneleri yüzümde...
Düşünceler
cümlelere dönüşmüş, başımın üstünde geziniyor. Başımı kaldırıp gökyüzüne
bakıyorum. Siyah gökyüzünde her yer harf, bazıları birleşmiş kelimeleri
oluşturmuş, kelimeler cümleleri. Benim kelimelerimi, cümlelerimi arıyorum;
gökyüzünde başka, başka cümlelerin arasında, bana ait olanları. Bir an önce,
bir an önce eve gidip bu kelimelerimi, cümlelerimi beyaz kağıtlarıma yapıştırmak
istiyorum. Evimin önüne geliyorum. Cümleler gökyüzünde, sığdırmak istiyorum
sokak kapısından içeri; sığmıyorlar. Evin içindeyim. Yeni kelimelerim,
cümlelerim oluşuyor yeniden, evin dört köşe boşluğunda… Dışarıda kalanları da
istiyorum içeriye. Daha da zengin olmak istiyorum tüm gün dolaşan başımın
üstünde uçuşan cümlelerimle… Pencereye gidiyorum. Pencereyi açıyorum. Yağmur
damlacıkları yüzüme, yüzüme savruluyor. Rüzgara sesleniyorum:
_
Üfle, içeriye üfle hepsini, diyorum.
_
Neyi, diyor rüzgar. Neyi?
_Bana
ait olan tüm kelimelerimi, cümlelerimi üfle, diyorum.
_Damlacıklarımı
al, diyor rüzgar. Hepsi senin olsun. İsteme benden kelimelerini cümlelerini…
İçeriye
yağmur damlacıkları doluşuyor. Yüzümü ıslatıyor. Tebessüm ediyorum, yetmiyor
bana ama… Tutunuyorum pencereye, tekrar sesleniyorum rüzgara;
_Hayır,
diyorum; hayır. Cümleler, bak; kelimelerim, cümlelerim orda, gökyüzünde onlar,
sen rüzgar, üfle onları bana, girsin penceremden içeri, yapıştırayım
kağıtlarıma...
_Onları
üflersem karışır, diyor rüzgar.
_Karışmaz,
diyorum. Savrulan damlaların arasından haykırarak…
_Karışır,
diyor rüzgar. Karışır. Bir tek senin cümlelerin yok orda, diyor. Senin
cümlelerin gibi farklı olan herkesin cümleleri gökyüzünde asılı, üflemekle
olmaz bu iş, diyor. Olmaz. Tekrar çalış… Tekrar çalış kalanları gökyüzünde
bırakmayı bilip, odanda tekrar çalış.
Rüzgara
bakıyorum… Gökyüzüne… Gökyüzünde kalan kelimelerime, cümlelerime ve sağında
solunda önünde arkasında, olan başka, başka kelimelere ve cümlelere, bakıyorum…
Ne çok, ne çok şey var söylenen, düşünülen, orda asılı kalan… Tekrar çalışmak
için buruk pencereyi kapatıyorum. Masamın başına oturuyorum. Beyaz sayfalarıma
bakıyorum. Odanın içinde biriktirmeye başlıyorum kelimelerimi ve cümlelerimi…
Sonra düzenlemeye, düzenlediklerimi teker, teker kağıtlarıma yapıştırmaya…
Yapıştırıyorum, Yapıştırıyorum… Birikiyor kağıtlar.
Ertesi
gün sokaklardayım yine elimde kağıtlar… Gökyüzüne doluşan kelimelerim,
cümlelerim…
Kağıtlarımı
sokakta insanlara uzatıyorum. Kimisi alıyor, Kimisi alıp atıyor, Kimisi almıyor
elimdeki kağıtlara sürtünüp geçiyor. Gökyüzünde kelimelerim, cümlelerim
birikiyor yine… Bitmediğinde yapışkanım sokakta da yapıştırıyorum kağıtlara… İş
yerinde, neredeysem orada da, yapıştırıyorum yapışkanım bitene dek, sonra
başlıyorum dağıtmaya… Kağıtlar benle gidip geliyor, birikiyor bazen masamda…
Bazen torbalarımda…
Sonra
yine kucağımda kağıtlarım. Sokakta, orada burada, işyerimde, kelimelerim
cümlelerim. Ellerimde yapıştırabildiğim cümlelerimin olduğu kağıtlarım, İnsanların
ellerine uzatıyorum; alsın, almasın.
Uzatıyorum.
Uzatıyorum… Belki alır okur, birileri daha kendi kelimesini de yanına
yapıştırır, diye.
5846 Sayılı
Fikir ve Sanat Eserleri Kanununca korunmaktadır/81. Maddesi gereği her eserin
tamamının telif hakları yazara aittir.
I. Deneme Yarışması SonuçlarıYazar : Ensar KILIÇ | Tarih : 23 Nisan 2014
ONUR ÖDÜLLERİNİ KAZANANLAR
İlk üç yapıt (Yarışma öncesi duyurumuz gereği 1., 2. ve 3. gibi bir sıralama yapılmamıştır.)
ESMA AYBAKAN – YAZMAK VEREMDİR
BUSENUR TEZEL – CEHENNEM
UFUK ÇINAR – İNSANLAR DOĞADA ÜÇ HÂLDE BULUNUR
Ayrıca,
ÖZENDİRME ÖDÜLLERİ OLARAK
GÜLTEN AĞRITMIŞ – ESİNTİ
ENSAR ACEM – YORGUN GEÇEN GÜNÜN ARDINA VARMADAN
adlı denemeler ve yazarlarına Simit Çay Edebiyat Dergisi’nin 5. sayısı hediye edilmek üzere, özendirme belgesi verilecektir.
Dileyen kişiler 2 Mayıs’ta Balıkesir’de yapılacak olan şiir dinletimizin öncesinde ödüllerini alabilir. Gelemeyen arkadaşlarımız 28 Nisan’a kadar ensar@simitcay.com adresine gerçek adres bilgilerini göndermelidir. Ödülleri bu adreslere postalanacaktır.
Yarışma ile ilgili bazı bilgiler:
Toplam katılan deneme sayısı: 213
İkinci eleme turuna kalan deneme sayısı: 49
Küçük bir inceleme: Yarışmamıza gelen eserlerin birçoğu lise öğrencilerimizden gelmiştir. Bu gelecek için umut vadedici bir gelişmedir. Bir diğer konu ise anlatım bozuklukları, yazım yanlışları ve ifade kurulumları ile ilgilidir. Yarışmaya katılan eserlerin içerisinde -birkaç istisna hariç- bahsi geçen konularda “tam olarak olgunlaşmış” bir eser yoktur. Özellikle lise düzeyindeki öğrencilerimizden gelen eserlerde “ya da” bağlacının ve bağlaç olan +de’nin yazılışında çokça hata yapıldığı görülmektedir. Bizim değerlendirmemizde ise bu unsurlar önemli olmakla birlikte, değerlendirme anlamsal bağlam ve özgünlük üzerine kurulmuştur.
YAZMAK VEREMDİR
Yazmak bir verem aslında. Yaradanın bazı insanlara bahşettiği doğuştan bir hastalık. Bir hastalık ne denli yararlı olabilirse o kadar yararlı işte. Önce okuyup, yaşayıp dolmaya başlarız irini. Hastalık tam nüksettiğinde; ilham ateşimiz yükselir, cümle öksürükleri tutar ve üç nokta akıntıları başlar… Ve titrek ellerimiz mantık reçetemizde yazan kalem haplarını, bir bardak sayfa ile birlikte, yazmaya aç karınlı ruhumuzla alır.
Bu işin doktoru olan yazarlar taifesi sağlıklı olduğumuzu iddia eder sürekli. Bizi mutlu etmek, bir umut aşılamak adına bize hastalığı sevdirmeye çalışır. Ama elbette ki asla asıl gerçeği itiraf edemezler yüzümüze. Hiç kurtulamayacağımız gerçeğini….
İlk bakışta, içinde bulunduğumuz toplumun bir parçası, hasta olmayanları tanımlayan “normal” insanlardanmış gibi görünürüz. Ama öyle bir zaman gelir ki, öksürük nöbetleri artık bu toplu ortamlarda da nüksetmeye başlar. Sürekli yanımızda taşıdığımız o beyaz kağıt mendiller yine üç noktalara bulanmaya başlar. Hıçkırdıkça içimizde ne kadar kin ve nefret doğmuşsa akmaya başlar âdeta… Sonra da ulu orta kusmaya başlarız. Neden normal insanlar kadar basit düşünemeyişimizi yargılar ve içimizde biriktirdiğimiz tüm isyanı kusarız karşımızdakilerin yüzlerine… Lanetler ederiz hastalığımıza ve lanetli olanın kendimiz oluşunu fark eder yine beyin labiretlerine inzivaya çekiliriz. Mutluluk olmaz edebiyatımızda. Mutlu bir hastalık yoktur çünkü dünyada!
Hastalığın ileri safhalarında artık kendimizi çevreden gelen eleştiri enfeksiyonlarından korumak adına güven maskesiyle dolaşmak zorundayızdır. Evet, artık tam anlamıyla normaller içinde bir “anormal”i teşkil ediyoruzdur. Kan tükürme aşaması da gelir akabinde ki “en fecisi”… Bir zamanlar damarlarımızda mutluluğu taşıyan ve bize can katan o aşk kanı, bu kez ayrılık olup oluk oluk gelir boğazımızdan… İnsanlar, bulaşmasından korkup kaçmaya başlar. Bu depresyon hallerinin kendilerine de bulaşmasından korkup saçma bir şekilde uzaklaşırlar yanımızdan. Farkında olmadıkları en büyük gerçekse, hastalığımız her ne kadar bulaşmayacak olsa da kendi ruhlarının da bu hastalığa aşısız olmasıdır. İşte burada biraz şanslı sayılırız(!) Onlar ilk ayrılık kanını temiz hayat mendillerinde gördüklerinde öleceklerini sanıp korkudan ağlamaya başlayacaklardır. Hıçkıra hıçkıra gidenlerin arkasından ağlayacaklar… Neye uğradıklarına şaşıracaklar… Bu noktada da bu işin en komik yanı ne biliyor musunuz? En büyük ironisi?.. İşte o zaman da koşa koşa dermanını isteyecekleri ilk kişiler biz olacağız. Damdan düşeni, yine damdan düşenin anlayacağı gerçeğine sarılacaklar ve bir zamanlar o koşar adım uzaklaştıkları ayaklarıyla, şimdi koşar adım yaklaşacaklar bize! Unuttukları tek gerçekse, hastalığın başlangıcına düşmüşken onlar, bizim son safhada olduğumuz olacak. Ego safhası…
Geç kalınmış bir tebessümün yarattığı o nefret virüsü her organımıza, beynimizin her noktasına öyle bir bulaşmış olacak ki, kendimiz artık birer virüs olacağız başlı başına. Etki alanı, yalnızca bir tebessümü esirgeyen o insanlar olan! Onlar dizlerimize kapanıp ağlarken, çehremizde beliren o adi gülüşle gökyüzüne bakıyor olacağız. Yukarıdakine göz kırpıp ilham Azraillerimizi bekleyeceğiz… Tâ ki tüm yazdıklarımızı ellerimizle ateşten topraklara gömene kadar…
CEHENNEM
Yüksek perdeden acı kahkahaların ve sesli hıçkırıkların birbirine karıştığı kocaman, karanlık bir oda. Çığlıklar her yerde, çığlıklar tırmalıyor kulakları. Desibel yüksek; fakat sağır birinin zihni kadar sessiz şu an hayat. Haykırışları aralıksız yansıtan duvarların tamamına öfke bulaşmış. Her taraf ölümün kızıl korkusu gibi kokuyor. Buram buram acı gözüküyor her yerden. Burada kimse mutlu değil. Herkes yalnız, herkes duygusuz. Hissetmeye muhtaç bedenler sarmış dört bir yanı. Nefes bile alamayacakları kadar kalabalık burası.
Sonra gözlerini açıp bir bakmışlar; hiç kimse yok.
Kocaman, karanlık bir oda ve tüm sâkinleri baş başa ruhlarıyla. Yalnızlıklarını dibine kadar emmiş kadifemsi karanlık. Gökyüzünden mahrum edilerek cezalandırılan zavallılar, en ufak ışığı bile yıldız zannedip umutlanıyorlar. Koşuyorlar geniş, uzun koridorlarda; vardıkları yer hep başlangıç. Umutsuzlukları öldürürken tüm yaşama sebeplerini, bir yandan da Cehennem yiyip bitiriyor ruhlarının tüm rengini. Renklerini bile kaybetmişler, ruhları bile terk etmiş onları. Birbirleriyle baş başa olduklarını zannediyorlar, lakin görebildikleri tek şey belirsiz koyu karanlık. Gözyaşları ıslatıyor yanaklarını ve siliyorlar onları kendilerine acıyarak. İhtiyaçları olan tek şey ufak bir güven belki de ama bir bakıyorlar ki yer ayaklarının altından kaymış; boşluğa düşüyorlar.
…Ve devasa, karanlık bir oda burası. İçine dünyalar sığdırmış. Nice yaşamlar başlamış ve yok olmuş saten kadar siyah ve parlak gökyüzünde. Nefretini tüm insanlığın üzerine kusarken Cehennem, kaçışmaktan başka hiçbir şey yapamamış zavallı boş bedenler. Nefesleri korkunun griliğinde yok olurken sadece seyretmişler ruhlarının aç kurtlara yem olmasını. Sadece seyretmişler benliklerinin parçalanıp rüzgârla savrulmasını. İntikamını alırken çığlık atan duvarlar, kendilerini köşelerden uzaklaştırmaları hiçbir işe yaramamış. Mütemadiyen çarpıyorlar en büyük korkularını barındıran duvarlara. Ölüm de hayat kadar sonsuz burada. Ölüyorlar ölüler. Ölüyorlar, tam hayata geri döndükleri anda tekrar ölüyorlar.
Durmalarını söylüyor Cehennem onlara gülümseyerek.
Şeytan kahkahalarla fısıldarken bedenlerine pes etmelerini, yapabilecekleri en mantıklı şey gözlerini kapatıp inzivaya çekilmek. Ruhları bile karşılarına geçip gülerken suratlarına, kafalarını yere eğemeyecek kadar gururlular hâlâ. Yıldızları göremeyecek kadar kör olmuş gözleri ile ağlayan zavallı insanlar, yardım bile bekleyemeyecek kadar çaresizler artık.
Umutsuzluk dolu yağmur üzerilerine yağmak için fırsat kollarken, bir yaprak düşüyor o an cehenneme. Evrendeki en kırmızı yaprak yakıp yıkıyor her yeri. Ateş yanmaya başlıyor. Şeytan doğruluyor koltuğundan, oyun artık başladığı için çocuklar kadar mutlu.
Kafasını kaldırıyor Şeytan ve teşekkür ediyor Tanrı’ya; yuvasını bir kez daha sıcacık çığlıklara doldurduğu için.
İNSANLAR DOĞADA ÜÇ HÂLDE BULUNUR
Bugüne kadar içinde yaşadığımız toplumu az ya da çok tanıyorsunuzdur. Eğer tanımıyorsanız tavsiyem çıkıp tanımaya çalışmanızdır. Çünkü o toplumu tanımaya çalışmanız size insanlar hakkında birtakım bilgiler sunacaktır. Bu gözlemlerden birisi maddelerin doğada üç hâlde bulunması gibi insanların da hayatta üç hâlde bulunmalarıdır. Peki insanlar doğada nasıl üç hâlde bulunur? Sizi yormadan hemen açıklamak istiyorum bunu.
İnsanlarda aynı maddenin üç hâli gibi doğada katı, sıvı ve gaz hâllerinde bulunur. İnsanlar bu üç hâlin üçünde de oldukça farklı kişiliklere bürünürler. Sırasıyla inceleyecek olursak insanların katı hâllerinden başlayabiliriz.
Katı hâlde bulunan insanları -genellikle- sevgililerin fazlaca bulundukları parklarda, kafeteryalarda ya da yaş sınırını biraz daha yükseltecek olursak kahvehanelerde bulabilirsiniz. Kahvehanede takımının derbi maçını izleyen taraftarlar katı hâldedir. Tam bu anda onlara yaklaşmamalısınız. Çünkü oldukça sert bir durumdadırlar ve hem sizi hem de herhangi bir eşyayı kırmak için can atmaktadırlar. Bu yüzden insanların katı hallerinde onlardan uzak durmalısınız. Ayrıca belirtmek isterim ki, bu onların suçu değildir. Çünkü katı hâlde olan bir kişi günler içinde çevre koşullarının etkisiyle sıvı hâle geçebilir.
Sıvı hâle geçen insanları nerede bulabileceğinizi az çok tahmin edebiliyorsunuzdur, yalnız kaldıkları ortamlarda ve samimi buldukları kişilerin yanlarında. Özellikle yalnız kalan insanların sıvı hâle geçmelerindeki en büyük etmen biraz müzik dinleme biraz da streslerini atma isteğidir. Sıvı hâle geçen insan kendisini müziğin ritmine kaptırarak tüm kurtlarını dökerek rahatlamaktadır. Arkadaş ortamlarında ise bu durum biraz farklıdır. Genellikle güzel sohbetler sonrasında sıvı hâlde bulunan insanlar aşırıya kaçıp buharlaşabilir. Dolayısı ile üzerinde kapağı bulunmayan tencerelerdeki maddeler gibi buharlaşan kişiler ortamdan ayrılır ve pek sevilmezler.
Katı ve sıvı hâlindeki samimi hâllerimizi bir kenara bırakacak olursak benim en çok dikkatimi çeken hâle yani insanların gaz hâline geçebiliriz.
İnsanların gaz hâline geçmelerindeki en büyük etmen yalnızlıktır. Ortam nasıl olursa olsun eğer bir yakınınız, arkadaşınız yok ise siz gaz hâline geçmeye hazırsınız ya da çoktan geçmişsinizdir. İnsanlar gaz hâllerinde hayaletler gibi sessiz ve görünmez olurlar. Çünkü etraflarında onları bu hâlden çıkaracak bir etmen yoktur. Gaz hâlinde fazla süre kalan insanlar genellikle yalnızlığa mahkum olduklarını düşünürler. Yani gaz hâlinde ki insanların o hâlden çıkmaları için onlarla sohbet etmemiz yeterli olacaktır. Zaten kendileri bir süre sonra yoğuşmaya uğrayıp sıvı hâle geçeceklerdir.
Demem şudur ki katı hâldeki insanlar çabuk kırar, kırılır. Dozunu ayarlayabilen sıvı hâldeki insanlar ise tam kıvamındadır. Gaz hâlindeki insanlar ise eğer kendilerini bu hâlden çıkartamazlarsa hayalet gibi görünmekten ziyade hayalet olup giderler.
Kategori : GENEL Etiketler: 2014 deneme yarışması sonuçları, simit çay
« Ah Nerede ? Kelimelerin Gücü » You can skip to the end and leave a response. Pinging is currently not allowed.
Gulten Agritmis Web
https://vimeo.com/gultenagritmis/videos
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununca
korunmaktadır. / 81. Maddesi gereği her eserin tamamının telif hakları
saklıdır alınmıştır aittir.
No.5846 accordance with the law of intellectual and artistic Works, all kinds of parts of the work as a whole for the moral and material rights reserved.
No.5846 accordance with the law of intellectual and artistic Works, all kinds of parts of the work as a whole for the moral and material rights reserved.